Mevsimlerin mucizevî değişimi, hiçbir şeyin aynı kalmadığını kâinatın kudretli melodisiyle kulağıma fısıldarken hep aynı soruyu soruyorum kendime. Bu geçip gidişler, zaman tünelinin görünmeyen ucuna doğru kayıp yok olmalar, ölüm bilincine rağmen varlığın kendini her koşulda taze tutabilmesi, tabiatın soyunması sonra tekrar usulca giyinmesi...; Bu ebedi senfoninin mutlaka efsunlu bir sırrı olmalı. Hayatın acılaşmasını unutturan ahengin kalplerimizde derin bir karşılığı var herhalde. Yoksa nasıl dayanırdık insanı olgunlaştırmasına rağmen parçalayan onca acıya, yoksulluğa, sevgisizliğe, savaşa, haksızlığa...
Kuruyan nehir yatağında her seferinde başka türlü kabaran hayatın genişliğinde kaybolmamak, zamanın dip akıntısında sürüklenmemek için sağlam köklere ihtiyacımız var. Ancak öyle güçlü bir umutla kaybolmuş hatıralarımızı, hayallerimizi diriltebiliyoruz. Oyalanmak için geleceğimize ipotek koyup, amaçlar uyduruyoruz bazen. Okul bitecek, çocuk büyüyecek, ev alınacak, kitap yazılacak, daha çok para kazanıp seyahat edilecek... Yorgun ruhumuzu böyle avutarak hayatımızın akışını kontrol edebileceğimizi sanıyoruz. Hâlbuki o karmaşık görüntüsünün ardında nasıl da basit ve sade bir döngüsü var yaşamın. Doğuyoruz, yaşıyoruz ve ‘sonlu’ bir varlık olmanın bilgisiyle, kısa bir süre misafirlik ettiğimiz bu diyarlardan başka âlemlere kanatlanıyoruz.
Böyledir güz günleri...
Bulutların oyunlarıyla parçalanan ışık huzmelerinin sarı tozlu sokakları, dev çınarları, solgun yüzleri, yaralı kedileri şöyle bir okşayıp geçtiği, gölgelerin yavaştan uzadığı sonbaharın hazzı çok sevmeseniz de içinizi kıpırdatıyor, biliyorum. Böyledir güz günleri. Onu sevmeyene bile ihanet etmez. Yeniliğin, dirilişin habercisidir çünkü o. Siz incecik yağmurların boşlukta savruluşunu seyrederken, o aydınlık bir güne uyanma ihtimalini hatırlatır. Ya da güneşin mahallenin bütün kızlarıyla kırıştıran serseri bir delikanlı edasıyla şımarttığı bir günün sonunda, ansızın kehribar rengine bürünen gökler, bakışlarınızı kesif bir hüzün duygusuyla kuşatır. Sabah evden çıkarken ona güvenmeyen kadınlar çantalarına bir şal atar. Çocuklar bellerine hırka bağlar. Erkekler işaret parmağına taktıkları ceketlerini omuzlarında dolaştırır sokaklarda. Tekinsizliğiyle güzeldir sonbahar.Değişimin bu munis iklimi, benim buğulu ruhuma da sirayet etti. Bir gün hâlâ bu dünyanın küçük bir parçası olduğum için şükrederek uyanıyorum, ertesi gün her geçen an biraz daha eksildiğimi düşünüp kederleniyorum. Mutluluğun ve mahzunluğun aynı anda tezahür eden karmaşasıyla eve dönerken, rüzgârlarla savrulan gülhatmi ağaçlarının eflatun çiçeklerini topluyorum. Ve nedense zihnimde hep buruk mısralar yankılanıyor: “Yağmur bu kadar inceyken/ Ağır açan bir gül kadar hafifken merhamet/ Ölüm çok ağır Allah’ım, Ölüm çok ağır affet!”(*)...
KAMERİYE 25.09.2011
A. Esra Yalazan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder